Mümkün olsaydı da sıcakların arttığı ve mevsimlerin bizi gevşettiği şu yaz döneminde hep dinlenebilsek, gezebilsek ve eğlenebilseydik. Okullar tatil oldu, işyerlerinde yıllık izinler başladı, hatta Meclis bile tatil oldu. Gönlünce tatil yapma imkanı bulabilen ne kadar insanımız var bilemiyoruz. Gerçekten gezmeyi, eğlenmeyi, dinlenmeyi gereğince hak eden ne kadar insanımız var bilemiyoruz. Dinlenme, gezme, eğlenme denildiği zaman dudak büken insanlarımız olduğu gibi, dinlenmenin ötesinde eğlenmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş ve yaz kış eğlenen insanlarımız da var elbette.

Mevsimlerin insan psikolojisine etki ederek insanı şekillendirdiğini, özellikle sıcaklığın hakim olduğu yazların insana rehavet verdiği bilinen bir gerçek. Soğuk ve ılık mevsimlerde geçen dinamik çalışmalardan sonra vücudun ve zihnin yorulduğu, dinlenmenin, enerji toplayarak yeni işlere, yeni başarılara imza atabilmek için tazelenmenin gerekliliği bilinen fizyolojik bir durum. Böyle olmasına rağmen kimisi vardır ki, bu gezme, dinlenmeyi ve eğlenmeyi gerçekten hak ederek elde etmiştir, çünkü geçirdiği zamanı dolu dolu üreterek ve faydalı işler yaparak geçirmiştir. Kimisi de vardır ki bunun tam tersidir ve zerre kadar böyle bir hakka sahip değildir. Herkesin çok iyi bildiği ağustos böceği ile karınca hikayesi belki anlatmak istediklerimiz için somut bir örnek olabilir. Bütün dengesizliklere rağmen herkesin hak ettiği bir tatili gönlünce dinlenerek geçirmesini diliyoruz.

Acaba ülke bütünümüze baktığımızda biz doyasıya yaşayacağımız bir tatili ne kadar hak ediyoruz? Gerçekten tatili hak edecek kadar verimli çalışıyor muyuz? Yeni metotlar keşfederek fiziksel ve ruhsal daha az yıpranarak daha verimli sonuçlar üretebileceğimiz, böylece daha fazla tatili hak edebileceğimiz ve daha bizi verimli sonuçlara ulaştıracak yollar var mıdır acaba?

Geçtiğimiz ay TCDD içinde verimliliği arttırmaya yönelik “İdarenin İyileştirilmesi” isimli bir seminer verdik. Bu çerçevede düşünerek, daha etkin ve daha hızlı yollardan giderek nasıl daha verimli sonuçlar ortaya koyabiliriz diye metotlar keşfetmeye çalıştık. Görünen şu ki, ister bireysel, ister kurumsal, ister ülke düzeyinde, isterse ülkelerarası birlik ve entegrasyonlar düzeyinde bakalım iki şeyin öncelikli olarak öneminin altını çizmek gerekiyor. Etkinlik ve verimlilik.

Etkin ve verimli olma arzusu belki de insanlığın yaratılışında var olan ve insanı ileriye doğru iten itici bir güç. Genel olarak herkes daha farklı, daha üstün ve daha başarılı olmak istiyor. Belki de hayatın dinamizmi bu duygular ile hız kazanıyor.

Küçük bir araştırmadan sonra görüyoruz ki, verimlilik ve performans değerlendirmeleri aslında her alanda ve her düzeyde yapılıyor. Hatta bu analizler kişi çapında yapıldığı gibi, ülkelerin birbiriyle kıyaslanması suretiyle küresel olarak da yapılıyor? Böyle bir analize tabi tutulduğumuzda kişisel olarak kaçımız dinlenmeyi ve eğlenmeyi gerçekten hak ediyor bilemiyoruz.

Fakat Dünya Ekonomi Forumunun yaptığı Rekabet Sıralamasında Türkiye olarak 65. sırada yer alıyoruz. Bu sıralamaya göre ortalarda bir yerde yer alıyoruz biz.

Hepimiz daha iyi noktalarda olmak istediğimize göre acaba bizi diğerlerinden daha üstün hale getiren ve ön sıralara taşıyan özellikler nedir diye sorduğumuzda enteresan bir gösterge çıkıyor karşımıza bu raporun bulgularına göre. Rekabet üstünlüğünü sağlayan temel unsur yaratıcılık, yenilik, ve verimlilik olmakla birlikte, bunun en temel dinamiğini ve alt yapısını sağlayan şey etik değerlere bağlılık, etik alt yapı ya da bizim deyimimizle ahlaki esaslara bağlılık.

Raporun detayına girmeden önce isterseniz kendi tarihimizden bir örnek vereyim. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u feth etmeden önce, kıyafet değiştirip sivil bir kıyafetle, yönettiği ve birlikte İstanbul’un fethini gerçekleştireceği insan unsurunun kalitesini ölçmek için sabahleyin erken saatlerde pazara girmiş. Bir iki alış veriş yapıp alışverişin devamını isteyince, dükkan sahibi, efendim kusura bakmayın ben artık siftah yaptım, ama karşıdaki komşum henüz siftah yapmadı, isterseniz, orası da siftahını yapsın sonra arzu ederseniz buyurun devamını getirebiliriz demiş. Böylece “ Ben siftahımı yaptım, komşum henüz siftah etmedi” denilerek ilerilere doğru gönderilen Fatih Sultan Mehmet, pazarın sonuna ulaşınca “Yarabbi böyle birbirine bağlı insanlar benim ordumda olduğu müddetçe, Ben değil İstanbul’u bütün dünyayı fethederim” demiş.

Şimdi gelelim rapora: Dünya Bankası uzmanlarından Kaufmann, Kraay, Zoido Labaton tarafından 160 ülke esas alınarak yapılan araştırmada Temel İyi Yönetişim kriterleri arasında Hukukun Üstünlüğü birinci sıraya oturmuş. Demek ki diğer unsurları göz ardı etmemek kaydıyla diyebiliriz ki, her şeyin başı hak ve adalete riayet etmede.

Bunu biz ister kişisel düzeydeki hak ve görevlerimiz noktasından ele alalım, isterse şirketler arası rekabet açısından ele alalım, isterse insanlık düzeyinde ele alalım, hiçbir şekilde hak ve görevlerde istismar kabul edilmiyor ve hiç kimse hak etmediği bir şeyi uzun süreli elinde tutmayı kolayca başaramıyor. Hak edilmede yukarılara çıkılmıyor, çıkılsa da çıkılan yerde devamlı kalınmıyor. Her şeyde bir denge ve adalet noktası var ve var olmalıdır da.

Kimse sonsuz bir hakka sahip değil. Kimse istediği her şeye istediği kadar sahip olma, istediği yerde istediği gibi davranma hürriyetine sahip değil. Uzun süreli sahiplik, adalete ve her şeye hakkını gereğince verebilmeye bağlı. Hatta özgürlük ve dinlenmede bile durum bu. Bir şeyin tadı tuzu kaçtı, ölçüsü bozuldu mu ne kadar masum bir istek ve davranış da olsa başkalarını rahatsız etmeye ya da dengeleri bozmaya başlıyor. Bu nedenle tatil ve dinlenme bile bir hak etme meselesi gerek kişisel ve gerekse ülke olarak. Daha etkili, daha verimli çalışanlar hem daha verimli sonuçlar ortaya koyuyorlar hem de daha fazla dinlenme ve tatili hak ediyorlar. Avrupalılar için “it gibi çalışırlar ama dinlenmeye gelince de asla zerre kadar taviz vermezler sözünü çok duymuşumdur.

Ne ben özgürüm diyerek istediğinizi yapma ve başkalarına zarar verme hakkına sahip oluyorsunuz, ne de hak etmediğiniz halde gevşeme ve fazladan dinlenme hakkına sahip olabiliyorsunuz. Her şey bir denge meselesi. Bu dengeleri kurarak insanların hoşnutluğunu ve beğenisini kazanmak mümkün. Yapımız gereği insanları sevindirmenin yolu, onların işlerine yarayan iyi ve faydalı şeyleri yapabilmede, yenilik üretebilmede, iyilik ekseni etrafında hareket ederek, faydalı şeyler ortaya koyabilmekte.

İnsanlar yapıları gereği, güzeli seviyor, iyilikten hoşlanıyor, kalpler de kendisine iyilik yapana meylediyor, müşteri memnuniyetinin temelinde de bu yatıyor, gönülleri kazanmanın temelinde de bu yatıyor. Acımasız rekabet ortamlarında ve haksız kazançlarla belki bir yerlere ulaşabiliyoruz ama, ulaştığımız yerde kalmamız insani dengeleri bozduğumuz takdirde pek kolay olmuyor. Gerekli gayretleri göstermeden, altı sağlam olmadan her nereye ulaşmış olursak olalım, belki zirvelere ulaşabiliyoruz ama gittiğimiz yerde kalmak o kadar kolay olmuyor. Dünyanın var oluşundan beri var olan fakat iletişim ve ulaşım imkanlarının artmasıyla artık baş edilemez bir nitelik kazanan rekabetin keskinleşmesi iyilik duygularımızı yıpratmış ve hak etmeden bir yerlere gelmişsek, bu takdirde bu durum bizi birbirimizden koparıyor, insan olarak birbirimizden uzaklaştırıyor.

Hep üstün olmak istiyor ve hep mutlu anlar yaşamak istiyoruz. Ancak gösterdiğimiz tüm çabaların özünde aslında mutluluk anlarını sürekli kılabilmek yatıyor. Rekabet için yorulmalarımızın özünde de bu var, yorulmalarımızı dinlendirmek için yaptığımız tatillerin özünde de bu var. Ne var ki, iyilik duygusundan uzaklaşmışsak tatillerimiz bile yorulmuş bedenlerimizi ve ruhlarımızı dinlendirebilmek için yeterli olmuyor. İnsanın yaratılışıyla en büyük ihtiyaç hissettiği insani tarafı da tüketirse o zaman dinlenip mutlu olacağız diye düşündüğümüz tatillerimiz artık bizi tatmin etmeyebiliyor. Çünkü insanı insan yapan en zengin tarafımız birbirimize karşı yapabildiğimiz iyilikler, güzellikler, dayanışmalar. Bu olmadıktan sonra insan, Hobs’un deyimiyle insan insanın kurdu oluyor. Ne garip bir manzaradır bu? Ne garip?

Bir kurgu filmde Merih’ten bir bilgin yukarıdan bakarak yeryüzünü izlemiş. İnsanların gruplar ve topluluklar halinde karşı karşıya gelerek savaştıklarını ve birbirlerini öldürdüklerini sessiz bir film izler gibi seyretmiş. Yapılan hareketlere bir anlam verememiş tabii. Tıpkı bu kurgu filmdeki anlamsızlıklarda olduğu gibi, ticari ve toplumsal hayatımızdaki birbirimizi imha etmelerimiz de aslında hayatı doğru anlamayışımızdan kaynaklanıyor.

Hepimiz insan olarak birbirimize muhtaç değil miyiz? Bizden başka kimsenin olmadığı bir dünya neye yarar ki? Bizden başka insanların olmadığı bir dünyada yanız başımıza kral olmak, padişah olmak, devlet başkanı, şirket yönetim kurulu başkanı olmak neye yarar ki? Hangimiz böyle bir saltanata sahip olmak isteyebilir ki?

Süründüğümüz güzel kokular, yaptığımız davetler, verdiğimiz ikramlar, bize de yapılmasını arzuladığımız iyilikler aslında ya kendimiz ya da karşımızdaki kimseler için, daha hoşça anları yakalayabilmek ya da onlara da yakalatabilmek için değil mi? Öyleyse ister işimizde, isterse tatillerimizde başkalarını niye rahatsız edelim. Kendimiz için istemediğimiz bir şeyi niçin başkaları için yapalım?

İnsanlar her ne yaparlarsa yapsınlar ya bir hazzı yaşamak ya da bir acıdan kaçınmak için yapıyorlar. Tazelenmek, dinamikleşmek, tatil yapmak, zindeleşmek, eğlenmek hep kendimizi daha iyi hissedebilmek içindir aslında. Öyleyse tatilin kendisinin de bir amaç değil bir araç olduğunu bilelim. Tıpkı gecenin kendisinin de bir amaç olmayıp, kendimizi daha iyi hissetmemize, dinlenmemize yardımcı olan bir araç olduğu gibi.

Tüm işlerimizde huzurlu bir çalışma ve dayanışma ortamı bulabiliyorsak ancak o zaman kendimiz de mutlu oluyor ve başkalarını da mutlu etmiyor muyuz? Öyleyse ne işlerimizin ve ne de mevsimlerin değişmesi bizi insan olan özümüzden ve iyilikten hiç uzaklaştırmamalı. Özümüz hep temiz ve iyi kalmalı. Bu nedenle tüm çabalarımız kendimizi ve birbirimizi mutlu etmek olduğuna göre rekabeti de birbirini budayan bir araç değil, daha iyiyi ortaya koyabilmek için bir yarış haline getirelim.

Tatilde de gevşemeyelim, enerji toplayarak yenilenelim ve daha verimli olmak için dinamikleşelim. Bu çok önemli. Devlet Demiryollarındaki eğitimlerde biz hep böyle yaptık. Mazeret yok dedik hep birlikte. Değişiyoruz, Dinamikleşiyoruz, Yenileniyoruz dedik./ Devlet Demir Yollarında (DDY) daha verimli olmamak için mazeret yok dedik. Trenlerin hızlanmasının önünde hiçbir mazeret yok, bu ülke insanının geri kalması için mazeret yok dedik çalışmalarımızda.

Evet gerçekten, hangi kurumda çalışıyorsak çalışalım verimliliğimizi ve iyi insan olma özelliğimizi kaybetmemize hiçbir sebep yok. Verimsiz olmaya ve başkalarına yük olan ve başkalarını rahatsız eden insanlar olmaya hiçbirimizin hiçbir mazereti yok. Gevşemek yok, dinamikleşmek var.

Tembellik yok, tazelenmek var
Dinlenmek var, dinamizm kazanmak var, iyi insanlar olarak yeniden yarışmak var, hep birlikte, iyilikte ve verimlilikte.

Geçtiğimiz ay İzmir, Ankara ve Eskişehir’de olmak üzere, TCDD’de zincir halinde devam eden “Kurumsal Değişim ve Müşteri Memnuniyeti” “İdarenin İyileştirilmesi” adı altında “Yönetim Geliştirme” “Yatırım Programlarını Hazırlama” eğitimlerini eğitimci arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdik. Tüm eğitimcilerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz buradan. Koordinatörümüz olarak görev yapan Meltem Arat bu sayımızın konuk yazarı oluyor. Arat bundan sonra konukluktan çıkarak ev sahibi olmaya ve sürekli yazmaya devam edecek bültenimizde. Kendisine Hoş geldiniz diyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Nihal Yıldırım Sağlıklı İletişim köşesinde İletişimin sağlığı ile ilgili püf noktaları bize aktarmaya devam ediyor.

TCDD’de ağırlıklı eğitimlerimiz ile Binmal Şirketler grubu ile yaptığımız Yeniden Yapılanma ve Kurumsal Değişim Projesi ilgili haberlerimiz bu sayının başlıkları.

Yaz mevsiminde bulunduğumuz şu günlerde hepinize iyi tatiller, dinlenmiş vücutlar, zindeleşmiş ruhlar ve iyileşmiş kalpler diliyorum.

Selam ve sevgiyle….

Categories:

Tags:

No responses yet

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir